Kendime Kastım Ali - Loudingirra Özdemir (Tayvan’da Bir Köy Evi)

100 ÜLKEDE 100 TÜRKÜ ÇIĞIRMAK KIRMIZI TAÇLI İKİ TURNA VE ATALAR KÖŞESİ Tahtaları alelâde birbirine çatılmış kapıyı açmak için, bahçe çitlerine bağlı olan ipi gevşetip bahçeye girdik. Keşan adı verilen bataklığa çevrilmiş tarlalarda, henüz çiçeğe durmamış iris çiçeklerinin yemyeşil manzarası dikkatimi çekiyor. Vicky: “Önceleri, buralar hep pirinç tarlalarıydı.“ dedi. Daha az iş gücüne ihtiyaç duyulduğu, kimilerine göre ise daha kazançlı olduğu gerekçesiyle artık bir çok köylü iris çiçeği yetiştiriciliğine soyunmuştu. Sağdan devam eden patikayı takip ettik. Bahçeyi evin avlusundan ayıran doğal sınırı geçtikten sonra, verandada hasırdan bir sandalyede oturan seksen beş yaşındaki büyükanne bizi karşılıyor: “Gia ba muay!“ “Gia ba muay!“ diye cevap verdim. Yerel dilde ikinci bir kelime bilmediğimden, samimiyetimi ifade etmek için ellerimi önümde kavuşturup eğildim ve gülümsedim. Büyükannenin yüzündeki yılların yorgunluğu bir anlığına yerini sıcak bir gülümsemeye bıraktı ve tekrar: “Gia ba muay!“ dedi. Bu defa ses tonu ısrarcıydı. Sanki bir şeyler soruyordu. Bu ifadenin ’merhaba’ anlamına geldiğini zannediyordum. Bu yüzden kendimden emin, yine aynı ifadeyle karşılık verdim: “Gia ba muay!“ Bu cevabım üzerine, yanımda bulunan Vicky, gülmeye başladı. Vicky, yirmili yaşlardaydı. Misafir olduğum köye arkadaşlarını ziyaret etmek için Taipei’den gelmişti. Onunla tanışıncaya kadar köylülerle olan iletişimim beden dilinden öteye geçmez iken, şimdi onun tercümanlığı sayesinde köylülerle bir çok detayı konuşabiliyorduk. “Tayvan’da yerel dilde, bu ifade ’aç mısın veya bir şeyler yedin mi?’ gibi anlamlara da gelir.“ diye bana açıklama yaptı. Özellikle yaşlı nüfusta görülen bu hassasiyetin sebebi, birçok kültürün ortak kaderi olan yokluk yıllarına dayanıyordu; fakat ’merhaba’ kelimesinin aynı zamanda ’aç mısın’ anlamına geldiği, daha önce bulunduğum ülkelerde karşılaşmadığım bir durumdu. Vicky ile büyükanne kendi aralarında konuşurlarken, büyükanneden izin isteyip hole açılan kapıdan içeri girdim. Karşı duvarda, köy evine uhrevî bir hava katan atalar köşesi yer alıyordu. Hemen önümde, zeminin üzerinde, bir sanat tablosunu aratmayacak eşsizlikte kırmızı taçlı iki turna figürü gözlerimi aldı. Bu köy evinin atmosferi, bilincimi esir aldı. Sırtımdaki çantanın ağırlığını hissetmiyordum. Elimdeki sazım, herhangi bir uzvumdan farksızdı. Karşımdaki atalar köşesinde tüten tütsünün kokusu, on dokuz yaşımda yolları kardan kapanmış bir dağ köyünde yıkadığım cenazenin kokusunu gölgeliyordu. Üzerinde durduğum kırmızı taçlı iki turna figürü ise, içimdeki Anadolu özlemini körüklüyordu. Vicky’nin sesi duyuldu, arkamdan eve girdiğini farketmemiştim: “Burada, köylüler için, kırmızı taçlı turna sonsuz gençliğin ve ölümsüzlüğün sembolüdür.“ dedi. Ev halkı, atalar köşesinde sergilenen onlarca cesed külünün tezatlığında, ölümsüzlüğün; verandada oturan seksen beş yaşındaki büyükannenin yorgunluğunda ise, sonsuz gençliğin sembolüyle teselli buluyordu. Ah! İnsan, güçsüzlüğünün mahkumiyetini kabullenemeyen bir varlıktı. Umudunu, zıtlıkların kargaşasında bile saklı tutmakta ısrar ediyordu. Vicky’e döndüm: “Sonsuzluktan anladığın nedir?“ diye sordum. “Sürekli yaşamak.“ dedi. “Sonsuzluğu tanımlarken bile, ’süre’ kelimesini kullanıyorsun.“ dedim. Güldü: “Farkındayım.“ dedi. “Diplerin zifiri karanlığında, acı gerçeğin peşinde oyalanmak yerine, yüzeyin geçici güzelliğinin tadını çıkarıyorum; hepsi bu!“ diye ekledi. Konuşkan ve özgüveni yüksekti; fakat üzerinde, çocukluğumda köyde bizi ziyaret eden şehirli akraba çocuklarının şımarıklığı vardı. Minyon, çekik gözlü ve oyuncak bebek tadındaki güzelliğiyle bu köy yerinde hemen dikkat çekiyordu. Yaşadığı toplumun kültürüne ve değerlerine hâkimdi. Şehirde tapınakları birlikte ziyaret ederken, Uzak Doğu dinleri ve mitolojisiyle ilgili verdiği detaylı bilgiler karşısında: “Bu kadar çok şeyi nasıl biliyorsun?“ diye şaşkınlığımı gizleyememiştim. “Burada yaşadığım için bunları biliyor olmam, çok doğal.“ demişti. Oysa farklı statülerden birçok insanla tanışıyordum. Aralarında dindar veya dinî kültürle ilgili olanların bile bu konulardaki bilgileri, son derece yüzeyseldi. Bu sırada, avludan Cheng Ge’nin neşeli sesi duyuldu. Kırklı yaşlardaydı. Gerek köyde gerekse civar köylerde düğün ve benzeri etkinliklere beni beraberinde götürürdü. Gittiğimiz yerlerde: “Bakın! Size ta dünyanın öbür ucundan bir müzisyen getirdim.“ derdi ve ardından samimi bir kahkaha atardı. Yüzünden hiç eksik etmediği gülümsemesi ve saf yaşama kaygısı dışında, günlük karşılaştığı sorunlara lakayıt tutumu, bende ona karşı büyük bir hayranlık ve saygı uyandırmıştı. Espirili diliyle, her fırsatta etrafındaki insanları güldürmeyi başarıyordu. Ortak bildiğimiz üç beş kelimeye rağmen iletişimini benimle sürekli canlı tutar, konuşma ortamlarında beni konuya dahil etmek için büyük bir çaba harcardı... DEVAMI YORUM KISMINDA.
Back to Top