KAFAMIN İÇİNDEKİ GÜLÜMSEYEN AYDINLIK YÜZ
BİRİNCİ BÖLÜM
Ormanın içinden, nihayet şehrin ilk yapıları görüş alanımıza girdi. Minangkabau bölgesinin geleneksel mimarisi olan ve bir boğanın boynuzlarını andıran bu yapıların çatıları, sivri uçlarından bulutlara asılıymış izlenimi uyandırıyordu.
Şoför mahallinde, kucağımda çantamla iki büklüm oturuyordum. Üç yüz kilometrelik yolu beraber geldiğimiz şoföre, çatıların bu şekilde inşa edilmesinin sebebini sordum. Şoför, gözlerini yoldan ayırmadan ve anlaşılması güç bir aksanla:
“Yıllar önce, Java Kralı şehrimizi işgal etti; ama her iki taraf da kan dökmeyi istemiyordu. Bunun üzerine, bir boğa güreşi yapmaya karar verdik.“
Kamyon şoförü, muhtemelen bir efsane olan bu olayı, birinci kişi ağzıyla anlatıyordu.
“Onların güçlü bir boğası, bizim ise, yalnızca bir danamız vardı. Allah’ın da yardımıyla, bizim danamız güreşi kazandı. O gün bugündür evlerimizin çatılarını, boğanın boynuzlarına benzetiriz.“
Şehrin girişinde kamyondan indim. Yeni bir göğün altında, yeni bir günün sabahında ve yeni bir şehirde yürümekten hoşnuttum. Yoğun bir bulut tabakasının örttüğü evleri, yeşilin keskin tonları sarmıştı. Sıcaklık ve nem yüzünden kimi zaman solumanın bile güçleştiği diğer şehirlere karşın, rakımı yüksek bu şehirde şimdi üşüyordum.
Boş yollarda, küçük motosikletler tek tük seyrediyordu. Motosikletlilerden birisi, yürümekte olduğum dar kaldırıma yanaştı. Üniversite öğrencisiydi. Yüzü yuvarlak ve sevimliydi. Mimikleri Malay ırkının mütevaziliği ve sevimliliğini yansıtıyordu. Henüz konaklayacak bir adresimin olmadığını öğrenmesi karşısında, doğal bir tavırla, evinde beni misafir edebileceğini söyledi. Arkaya atladım. Dizlerim neredeyse yere değecek. Çantalarım ve sazımla güçlükle ilerliyoruz. Eve varır varmaz, beni ev arkadaşlarıyla tanıştırdı. Yatacağım odayı gösterdi. Derse yetişmek üzere alelacele evden ayrıldı.
Uyumadan önce, Sumatra adasının genelinde evlerin banyolarında görmeye alışık olduğum, bir insan beline kadar yüksek, fayansla kaplı, yatay dikdörtgen bir kurnadan maşrapa yardımıyla duş aldım.
Duvarların koyu yeşile boyandığı, mor bir perdenin tek göz pencereyi yere kadar örttüğü odaya bir yer yatağı sığdırılmış, yatağın ayak ucunda kalan boşluk ise, eski püskü siyah bir şifonyerle doldurulmuştu. Şifonyerin üzerindeki piknik tüpte, bir tencere rendang yemeği ve hemen yanında da içinde pirinç olan elektirikli pilav pişirici vardı.
Üniversite öğrencisi yemeklerden yiyebileceğimi söylemişti; fakat yorgundum, üşeniyordum. Toplanmamış yatağa uzanıp battaniyeleri üzerime örttüm. Yeni bir güne uyanmakta olan mahalleden sesler odaya doluyordu: Bir kuşun ağır aksak cıvıltısı, bir köpeğin acı acı uluması ve yaşlı bir kadının, biraz daha kulak kabartsam tüm sözcüklerini anlayacakmışım gibi, kulağıma aşina gelen aksanı... Bir canlı nasıl soluk alıyorsa, bu mahalle de öyle soluk alıyordu. Yeşil duvarlara göz gezdiriyorum. Bir an, tüm çağrışımlar zihnimi terk etti. İçimde hiçbir yere varamamaktan kaynaklı dipsiz bir aidiyetsizlik. Mor perde rüzgarda hafif sallandı. Üniversite öğrencisinin yastığa sinmiş keskin kokusu, beni yüzeysel arzuların kucağına itti.
İkindi ezanıyla yataktan fırladım. Üniversite öğrencisi hala eve dönmemişti. Beni evinde misafir ettiği için bir teşekkür notuyla birlikte, iki yıldır çantamda gezdirdiğim, İspanya’da bir müzisyen ailenin hediye ettiği, çömlekten yapılmış üflemeli bir enstrümanı yatağın üzerine bırakıp evden ayrıldım.
Sırtımda büyük, göğsümde küçük çantam; elimde Püsküllü Yoldaş’ım ince, ıssız sokaklarda yürüdüm. Elimi üniversite öğrencisinin şampuanıyla yıkanmış kabarık kuru saçlarıma ikide bir götürmekten kendimi alamıyordum. İki yana baktım; sıra sıra bitişik, büyük ahşap pencereli, tek katlı evler diziliydi. Birkaç pencereden, meraklı bakışları üzerimde yakaladım. Utangaç bir iki çocuk, önümden kaçıp bir eve sığındı. Gökyüzü hala bulutluydu.
Yaklaşık bir saat sonra, kendimi bir düğünde buldum. Tepeden aşağı sarı, pembe kumaş şeritlerin indiği süslü düğün çadırı, etrafı açık, yemyeşil bir düzlüğe kurulmuştu. Nazik ve sessiz bir kalabalığın toplandığı çadırda, lacivert kostümleriyle gelin ve damat baş köşede dikkatleri üzerlerinde topluyorlardı. Lacivert kostümlerin üzerindeki ince gümüş nakış, ve yine damadın gümüş rengi fesi ve tavus kuşunun kuyruğundan esinlenmiş gelinin başlığı, hayranlık uyandırıcıydı.
Düğün sofrasına oturmak için yan tarafa, gelin evine geçtik. Odanın ortasında, uzun bir yer sofrasında, küçük tabaklarda onlarca çeşit yemek vardı. Sofranın etrafında, dışa doğru genişleyen halkalar şeklinde erkekli kadınlı bir kalabalık toplanmıştı. İç saflardan yemeğini yiyip kalkanların yerine, dış saflarda oturanlar geçiyordu. Sofraya oturanlar dilediği çeşitten azar azar kendi tabağına dolduruyor, oradan da kaşık kullanmadan elleriyle yiyorlardı. Odanın kapısında beni gören kalabalık, her ne kadar sıramı beklemek istediğimi söylesem de, beni dinlemeyip sofranın etrafındaki ilk halkaya oturttu. İKİNCİ BÖLÜM YORUMDA